Welcome

26 Ekim 2011 Çarşamba

''Türkiye kurtarma için''

Sanki bu ülkedekilerin birbirinin kıymetini anlaması için kötü bir şeyler olması gerekiyor. Evet aslında gerekmiyor ama öyle oluyor işte.

Normal zamanda birbirine giren, her fırsatta birbirinin kuyusunu kazmaya çalışan Türkler, böyle kötü olaylar meydana geldikten sonra birden silkelenip ''biz napıyoruz abi?''ciliklere başlıyor. Hemen yardımlar, birbirine tutunmalar, devletçilik oynayanları bir kenara atıp onlara kendi kendimize de yetebildiğimizi göstermeler.

Hani ailelerde birbiririne zıt kardeşler vardır, normalde sürekli dalaşıp birbirlerine laf sokma telaşına girerler de, herhangi birinin başına kötü bir şey geldiği zaman o zıtlıklar ortadan kaybolur ya işte öyleyiz biz de.

Bu zıtlıkların ortadan kaybolduğunu görünce mutlu oluyorum, diyorum ki ''galiba o kadar da fena değilmişiz, meğerse umut hala varmış'' . Hele az önce ekşisözlükteki bir entry'i okumam ve akabinde salya sümük ağlamaya başlamamla birlikte gerçekten hala umudun var olduğunu anladım. Buyrun siz de okuyun, ama dikkat gözünüze bir şey kaçabilir...
ömrü hayatımda duyduğum en anlamlı söz oldu bu.

ağlaya ağlaya yazıyorum bunları...

deprem olur olmaz van'a kazak, bot, mont gibi eşyalar gönderirken montun cebine "geçmiş olsun kardeşim, ben de gölcük'te senin şu an yaşadıklarını yaşadım. maddi manevi ne sıkıntın olursa bana 05xxxxxxxxx numaralı telefondan ulaşabilirsin, hiç çekinme." yazılı bir kağıt koyulduğundan 3 gün sonra gelen mesaj:

"allah razı olsun kardeşim. şu an gönderdiğin montla ısınıyorum. sana söz bir gün sen düşersen ben de seni kaldıracağım."
Devamı >>

23 Ekim 2011 Pazar

Acun Ilıcalı: Tayyip'in annesine duyarlı, şehidin annesine saygısız!

Merhaba. Yeniden :) 3 haftalık süre kadar Türkmenistan'daydım. Yoğun olduğumdan ve çok gezdiğimden dolayı ayrıca internetin pek sağlıksız olması nedeniyle blog olayından pek uzak kaldım. Bu açığı kapatmak gerek, hemen kapatalım. Dünün en büyük olayı biliyorsunuzdur Acun Ilıcalı denen şahsın programını ertelemeyip müzikli, eğlenceli ve bol kahkahalı yayınına devam etmesiydi. Buna çok tepki gösterildi gördüğüm kadarıyla...


Çünkü Acun efendi başbakanımızın annesi öldüğünde programını yayınlamamış saygı gerekçesiyle (saygı duyarım kendi tercihi yalaka diye nitelendirilemez!) ama konu şehitlerimize gelince aynı duyarlılığı göstermedi deniliyor. Yukarda yalaka diye söylenemez demiştim ama eğer şehitlerimize de aynı duyarlılığı gösterseydi. Bu durumda kocaman bir yalak oluyor. Hatta kendisine yılın yalakası diyebiliriz.

Yani nedir bu adamcağızın olayı Tayyip'in annesine duyarlı, şehidin annesine duyarsız. Duyarsızlığı geçtim üstüne bir de saygısız bir tavır olarak görüyorum. Zaten her kesimden tepki aldığını da görmek mümkün. Savunulacak bir tarafı yok. Bayülgen'in de dediği gibi riyakarın önde gideni bu şahsiyet. Bulunduğu topluluğa yakışır! biri, devam koçum benim!!

Allah şükür bir tek programını bile izlemiş değilim. Onu izleyip izleyip haha hihihi deyip sonra da eleştirmek pek bir şey ifade etmiyor. Böyle zihniyete sahip insanların iyi yerlere gelmesini pek istemem ben şahsen. Halkımıza da düşen izlememek olacak ama 2 günde her şeyi unutan gerizekalı bir topluluk olduğumuzdan (malesef öyle) haftaya reyting rekorları kıracağına şüphem yok. Televizyon denen aptal kutusu tam bize göre, aç ağzını izle. Ohh bedava eğlence! Böyle hayatı umursamaz, bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın düşüncesine sahip insanların başlarına türlü türlü felaket gelmesi beni nedense hiç üzmez. Boşuna ülke içinde oksijen tüketiyorlar sadece tüketerek!

Ülkede yapılan güncellemelere ve bu kadar şehite rağmen hala ülke iyiye gidiyiii zihniyetine sahip koyunlardan oluştuğumuzu hiçbir zaman unutmayalım. Ne zaman o koyunları kurt kapar o zaman adam oluruz. Yoksa acun gibi böyle köylü kurnazları daha çok rant yer buradan yaptıkları ve yapmadıklarıyla. Aslında suç bizlerde. Büyüttüğümüz adam bak. Kim ki? Yazdığım iyi oldu, içinde kalmadı, neyse alayına gider bu yazı. Nokta.
Devamı >>

3 Ekim 2011 Pazartesi

Türkiye'nin Neden Dünya Markası Yok ki?

Hellö sevgili BlogMania okurları.

Çook çook uzun zamandan beri yazmıyorum zannederim bu aziz bloga. O yüzden dedim yetti bu kadar ayrılık, şu son zamanlarda kafama taktığım konuyu masaya yatırayım. Hem bakalım Blogmaniacılar ne düşünecek benim tespitlerim konusunda acep?

Efenim, New York'a gelince uzun zamandır görmediğim arkadaşım Gökhanla yeniden o pazarlama sohbetlerimizden birini yaptık. Yine ne kadar keyifli bir sohbet olduğunu anlatmama gerek bile yok aslında. Gökhan Türkiye'deyken de sohbetinden en keyif aldığım insanlardan biriydi. Laf lafı açtı, onu eleştirir, buna kızarken sohbetimiz döndü dolaştı yine geldi aynı konuya: "İşte abicim, Türkiye neden marka çıkarmıyor sorusunun cevabı budur" dedik ikimiz de.


Bize göre en büyük sebeplerinden biri "uyanık esnaf" kafasından bir türlü sıyrılamamamız. Birçok başarılı iş adamı ya da profesyonel yola idealist çıkıyor belki de. Kafalarındaki hayali gerekleştirmek için çok uğraşıyorlar. Kimi zaman insanlara usanmadan sıkılmadan projelerini anlatıyorlar. Yeri geliyor devlet kapısında işlerini halletmek için sürünüyorlar. Ya tüm bunların yorgunluğu idealleri unutturuyor ya da işler tıkırında gitmeye başlayınca alınan arpanın tadından idealler unutuluyor, göz ardı ediliyor. En çok kızdığım, eli biraz para görünce daha fazla para hırsıyla kalitesinden, farklılığından vazgeçip ucuzcu (ham madde ya da iş gücü) olmaya başlayan kesim. Böyle köylü kurnazlığıyla nasıl insanları peşinden sürükleyen, arzulanan bir marka çıkarabilirsiniz ki. Herkesten önce siz yaptığınız "şeye" olan tutkunuzu yitirmişsiniz. Sizin tutkunuzu yitirdiğiniz "şeye" (ürün) insanlar neden daha fazlasını ödesin neden onu üstünde taşısın?

Bu yazıyı hazırlarken aklıma daha çok başlık gelmeye başladı. (:

Zannederim bu başlıklardan biri de kurumsallaşamamış zihniyetlerimiz olur. "Profesyonellik" kelimesinin anlamını bilmememiz; bize treni kaçırdık mı kaçırıyor muyuz, konuşmalarını yaptıran düğüm noktalarından biri aslında. İşi bilenden ziyade berikinin yeğeni ötekinin bacanağına yaptırarak nasıl bir kurum kültürü oluşturabilirsiniz.

Konuşacak, üstüne eğilip düşünecek çok nokta var aslında ve bu konu tartışması o kadar lezzetli bir konu ki deyim yerindeyse ağzımın suyu akıyor.

-------------------------------------

Amerika'dan bahis açıldı. Sistemlerinin ne kadar gelişmiş olduğundan, müşteri tarafında sorunların ne kadar çözümcü ve ne kadar tıkırında yürüdüğünden, Amerika' nın nasıl marka cenneti olduğundan. Interbrand.com' a göre 2010 yılındaki en iyi markalarda ilk 10'daki 9 markanın Amerikan markası olması sanırım tesadüf değildir*. Düşününce şaşırmamak gerekiyor aslında. Frederick W. Taylor 1911 yılında yönetimin bilimsel ilkelerini kitaplaştırırken  sanırım biz Dünya Savaşı'na girip girmemeyi tartışıyorduk. Bırakın markalaşma sürecini ortada fabrikalaşan bir ülke yoktu. Türkiye yokmuş hatta ortada.

Siyasal açıdan evrimini ve gelişimini tamamlayamamış bir ülkeden zaten markalaşmayı nasıl bekleyebiliriz gerçekten bilmiyorum. Ülkenin birçok sorununda her ne kadar farklı dengelerin (grupların) sözü geçiyorsa da; ülkeyi oluşturan tebaanın da cahil ve bilimsellikten uzak olması, tüm bu süreçleri daha da içinden çıkılmaz hale getiriyor.


Neden kolayca marka olabileceğimiz bazı konuları başkalarına kaptırdığımız (Rumların Türk Kahvesi dahil birçok şeyi nasıl kendi markaları gibi kullandığını görüyoruz. Bu konuda oldukça başarılı bir yol izlediklerini düşünüyorum. "Ülke/marka" konusu devreye giriyor burada devreye ki; kesinlikle önem arz eden diğer bir başlıktır "markalar" konusunda.) konusuna gelecek olursak eğer; bu noktada toplum olarak içine kapalı bir sisteme sahip olmamız konusunu dile getirebilirim. Tarihimizi ve öz değerlerimizi yeterince bilmediğimizden, diğer toplumları; zengin kültürel mirasımızla etkileyeceğimize, üstüne bir de alt-kültürlerden etkileniyoruz. O yüzden yıllardan beri gelen din tartışmaları var bu ülkede. Aslında tartıştığımız şeylerin birçoğunun  Arap kültürüne ait olduğunu birçoğumuz bilmiyoruz bile.

Yurt dışında güçlü bir topluluk bilincimizin olmaması sanırım diğer ana noktalardan biri bu başlıkta. Tüm bunların önemini çok yeni fark etmeye başladık toplum olarak. "Ülke/marka" konusunda en çok güldüğüm şey ise tembelliğimiz yüzünden yıllardır umursamadığımız konularda birden milliyetçilik damarlarımızın kabarması. Komşu yıllardan beridir sistematik çalışmış; adam tabi ki Türk Kahvesini de sahiplenir, rakıyı da beyaz beyniri de, döneri de, mezeleri de... Şimdi millliyetçilik yapmak yerine sakin şekilde marka çalışmlarına devam etmeli (:


Dedim ya bu marka konusu enfes bir konu. Yazıyı yazma amacım ikinci paragraftaki konuydu sadece. Gelin görün ki daha neler neler çıktı düşününce. Eminim daha değinmediğim birçok alt başlık (hatta belki ana konu :)) da vardır. Mesela değinmek istediğim konulardan bir tanesi de ara ürün ihracatına yoğunlaşmak, dış ticaret hacmindeki delik...

Son söz olarak marka yaratmak isteyen sevgili arkadaşlarım  lütfen yabancı isimlere göz dikmeyin. Bunu yaparsak yine bize "has" bize "özgü" bir şey olmayacak. %100 Türk tadı olmayacak. Ha tabi bir de bunu yaparken Laleli'deki ya da Nişantaşı'nın arka sokaklarındaki çakma isimlere benze ihtimalinden bahsetmek istemiyorum bile (:

Sizden son ricam şu linklere daha göz atmanız olacak (: [1] [2] [3]

Daha yapılacak çok şey gibi görünüyor, haa... Ne dersiniz?




*Listenin tamamına buradan ulaşabilirsiniz.

Betül KARA

22:39
27 Eylül 2011, Salı
Devamı >>
 
Copyright Blog Manias All Rights Reserved
ProSense theme created by Dosh Dosh and The Wrong Advices.
Blogerized by Bonard Alfin Blogger Templates.